Ali Naili ERDEM
12 Eylül darbesi bir giyotin gibi üzerimize inmişti. 27
Mayıs 1960 darbesi de aynıydı. Demokrasinin içindeydik güya.. Ve seçimle
gelenler seçimle gidecektir. Olmadı, Savcılar darbeyi yapanlar
alkışladıklar, Üniversitelerde darbenin meşruluğunu fetvalarıyla
onayladılar. Bu ayıp silinmedi.
27 Mayıs darbesinden farklı olarak bu defa bütün partiler
kapatılmış, bizler de yasaklanmıştık.. Genel ev patroniçesi manukyan serbest
biz ise yasaklıydık. Darbecilere göre suçlu olanlar politikacılardı. 1982
anayasası dikensiz bir gül bahçesi anlayışı içinde halkın oyuna sunularak kabul
edilmişti.
Kısa bir süre sonra ne olup ne bittiğini anlamadan kendimizi
zincir bozan da bulduk. 121 gün sonra bırakıldığımızda dincilik kadar
tarikatçılığı bir o kadar Amerikancılığı bünyesinde yaşatan Turgut Özal
başbakandı. Yeni bir dönem başlamıştı. İktidardın çokça hanımları ülkenin
önemli sermaye sahipleri ile birlikte kendilerini. Papatyalar olarak tanımlayıp
lale devrini yeni bir yaşam şekli olarak benimsediler.. Bir Pakistanlı kadar
kazan, bir İsveçli kadar harca anlayışı teşvik edilince köşeyi dönme amaç
olmuştu. Bir koyup üç alacağız dediler. Onunla yetinmeyip anayasanın bir
maddesini ihlal edersek ne zararı dokunur “ sözlerinin sahibi oldular.
Hukukun dışlanması yalnız kalmasın diye de “benim memurum
işini bilir” vecizesini yumurtladılar. Ve sandılar ki böylesine bir ortamda
ülkenin sorunları sona erer. Olmadı ve baş ağrılarımız birer hayati sorun
olarak devam Profesör Nurettin Topçu “kaç nesildir” diyor “bugüne kadar bütün
kuşaklar bir birine en samimi miras halinde siyasi hırslar siyasi kinlerden
başka bir şey bırakmamıştır. Bu kuşaklar bazen samimi idiler. Fakat
bağlandıkları fikir ve kanaat hep siyasi iktidarın, bir elden başka ele
geçmesiyle vatanın kurtarılacağı yolundaydı.
Halbuki bunların hiç biri örflerin, sanatların, ekonominin
ve hukukun bu vatanın hayatı içinde ve bir ahlaki iman içinde gelişmesiyle
ancak gerçek inkılabın yapılabileceğini anlamamıştı.” Acı olan şu ki bu
yanlışlık bugünde sürmektedir.
Gök kubenin görülüp tanıdığı en büyük İmparatorluklardan
biri olan Osmanlı İmparatorluğu çökünce, teslim bayraklarını çekenler çoğaldı.
Saray çaresizliğin içinde boyunu bükmüştü.
Görünüşte bir avuç insan ki yürekleri Himaya dağı kadar
yüksekti... 19 Mayıs 1919 da Samsundan yola çıktılar... Bu en geniş anlamda
UYGARLIK savaşı yolculuğuydu.
23 Nisan 1920 günü Hacı Bayram Camiinde Cuma namazlarını
kıldılar ve tekbir sesleriyle meclisi açıp “Egemenlik Kayıtsız Şartsız
Milletindir “ ilkesini dağlara taşlara ve halkın yüreğine yazılar.
Dünyada ilk defa bir millet kendi meclisiyle birlikte
savaşıyordu. Meclis teşekkül etmiş hükümet üyeleri tespit edilmişti. Bugün
geyik derisi koltukların donattığı ve şaibelerin su yüzüne çıktığı meclis o
tarihte sekiz odalı bir binaydı. Milletvekilleri okullardan getirilmiş
sıralarda oturuyorlar, karavanadan yiyorlar ve hanlarda yatıyorlardı.
Çoklarının doğru dürüst giyeceği bir elbisesi bile yoktu. Büyük şair Mehmet
Akif soğuk kış günlerinde oda arkadaşının paltosunu giyerek meclise gidiyordu..
Milli Eğitim bakanın makam odası bugün Ankara Belediyesi
olan binanın odalarından biriydi. Gaz tenekesini sandalye, kahve fincanını da
mürekkep hokkası olarak kullanıyordu. Herkes bir büyük fedakarlığın zirvesinde
olmanın heyecanındaydılar.
Batılı Devletlerle yapacağımız bir savaşın kazanılmayacağını
iddia edenlerse ısrarla ya İngiliz, yada Amerika’nın Mandası olmamızı
peşindeydiler... “Siz dilediğiniz yere gidebilirsiniz” diyordu Mustafa Kemal
“İstediğiniz ülkenin mandası olabilirsiniz... Benim için bir tek şey var. “YA
ÖLÜM, YA İSTİKLAL” “Bu davada tek kalabilirim. Alırım elime mavzerimi...
Çıkarım Elma dağına... Tek kurşunum kalıncaya kadar düşmanın karşısında bir
adım geriye atmadan vuruşum...” Öyle de yaptı.
Şimdi bizler nereden nereye geldiğimizi doğrusundan tespit
edebilmek için yolumuzun üzerindeki kilometre taşlarını bir bir aydınlatmamız
gerekiyor. Bu taşların ilki KURTULUŞTUR... Kurtuluş en zengin anlatımıyla bizim
ONUR SAVAŞIMIZDIR. Mustafa Kemal gerçek kurtuluş ZİHİNLERİN KURTULUŞUDUR
diyerek yeni yepyeni bir hedefi ortaya koymuştur. Yeni nesiller “Fikri hür,
irfanı hür, vicdanı hür” olarak yetişeceklerdi. Ortada henüz bir devlet yoktu.
17 Temmuz da Eğitim şurası yapıldı. Toprağı Vatan kılmanın ve bağımsızlığı
iktidar kılarak özgürlüğü yaşam biçimi olarak yaşatmanın kararlığındaydılar.
YENİ GÜN GAZETESİ, Tarih: 03.02.2015
BİR SEVGİDİR YAŞAMAK
BİR SEVGİDİR YAŞAMAK
Ali Naili ERDEM
Bu yüksek idealin ve soylu düşüncelerin açıklandığı günlerin
Türkiye”si tam bir yoksulluğun zincirlerindeydi..
Halk yoksul.
Meclis yoksul.
Hükümet Yoksuldu..
Lozan’a gidecek heyetin giyecek elbisesi yoktu. Ve meclis
elbise almaları için karar verip gitmelerini sağlayabilmiştir.
Yoksulluğun en üst noktasındaki bu manzarayı Yakup kadri
Karaosmanoğlu’nun yabanığından birlikte okuyalım:
“Sakarya savaşından sonra düşman orduları Haymana,
Mihaliççık ve Sivri hisar bölgelerini bize yer yer ateş yığınlarıyla örtülü
ıssız ve engin bir virane olarak bıraktı. O afetlerden arta kalmış halkın, bu
taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktu. Bunlar yarı çıplak bir
halde dolaşıyor, alevin karartığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış
yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında ezerek öğütmeğe çalışıyor,
ağaç köklerinden adını bilmediği otlardan bir nevi yiyecek çıkarıyordu.” Yine o
günlerin bir başka tablosunu Asım Gündüz’den dinleyelim:
“Alacak karanlık bir akşam üstü. Sakarya Meydanı muharebesinin
yapıldığı günlerin biri. Nehrin kenarında akşam yemeğine oturacak dört adam
ayaktadır. Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Mareşal Fevzi Çakmak ve Asım Gündüz.
Yerde ve tahta sini. Sinin üzerinde o akşamın yemeği olacak minicik bir piliç.
Piliç öylesine zayıf ki yalnız kemikleri görünüyor. Gazi, yaveri Asım Gündüze
soruyor “Bugün Mehmetçiğe ne verdiniz? “Yaveri “Paşam Mekkarenin (katır
birlikleri) YEM TORBALARINDAN ALDIĞIMIZ YENİ KAVURDUK VE HER MEHMETÇİĞE BİR
ARPA, BİR ÇAVDAR VE BİR BUĞDAY TANESİ OLARAK VERDİ.” Diyince Gazi “ MEHMETÇİĞİN
KARININ AÇ OLDUĞU YERDE BİZİM KARNIMIZ TOK OLMAZ” deyip yemek yerinden
ayrılmışlardı. Kurtuluş savaşı böylesine bir soylu düşünceyle zafere
ulaşmıştır.
1923 yılında halkın yüze 24,52 si şehirde yüzde 75,48
köylerde yaşamaktadır.
Yurdun tamamı veba, kolera, tifüs, çiçek, sıtma gibi çok
sayıda hastalığın avuçlarında çırpınıyordu. Ne yeterli doktorumuz, ne
hastanemiz ve ne de ilacımız vardı.
Var olan şey GÜVENDİ, İNANÇTI, SEVGİYDE.. Ve kurulacak olan
devlet KAN, GÖZYAŞI ve NAMUS üçgeni üzerinde yükselecekti.
Bizler milli gelirimizin ne olduğunu ancak 1927 yılında
öğreniyoruz. Cumhuriyetin ilanından 1927’e kadar geçen süredeki milli gelirimizi
bilmiyoruz.
Nüfusumuz 1927 yılında yapılan nüfus sayımına göre on üç
milyon altı yüz kırk sekiz bin 270 ‘tir.
Hepsi hepsi milli banka olarak bir tek Ziraat Bankası vardı.
Doğru dürüst bir sanayi yok. Yok... Yok... Yok...
1923 yılında kişi başına düşen milli gelir 50 dolardı.
Falih Rıfkı Atay “Batış Yılları” adlı eserinde “1912
yıllarında Osmanlı imparatorluğunda meslek sahibi olarak bir Müslüman Türkün
olmadığını yazar... 1914 yılına kadar, şirketler, piyasalar, bankalar ve
kulüpler Türklere kapalıydı. Elektrikle tanışmamız 1902 yılında oluyor. Tarsus
ilçesinde bir adam değirmeninin milinden transmisyonla 60 kilovatlık bir dinamo
elde ediyor.
1923’ün Türkiye’sinde 4894 ilk okul, 72 orta okul, 23 lise,
64 mesleki ve teknik okul ile bir üniversite var. Yeni bir devletin kurulduğuna
inananlarla bir millet uyanıyordu. Ve bu uyanış Cumhuriyetle bütünleşerek
uygarlığın ufkuna yükseldi.
Uygarlık yolundaki ikinci taşımız CUMHURİYETİMİZDİR...
Cumhuriyet bizim milli vicdanımızın sesidir. Kopya değildir.
Kendi şartlarımızdan ve kendi gerçeklerimizden doğmuştur.. Ancak bu görünüşün
aksi olan iddalar bugünde söylenmektedir. Olayları doğrusundan yorumlayanlar
Cumhuriyetimizdin çok dilli. Çok dinli ve çok uluslu bir imparatorluktan
çıktığında ittifak halindedirler. Ve cumhuriyet bir FAZİLETLER buketidir. Bir
büyük devrim olan cumhuriyet bozkıran çalı dibini saray kılan insanımızı
uygarlığın zirvesine çıkarmanın yollarını açmıştır.
Üçüncü Cumhur Başkanımız Celal Bayar, Atatürk Metodolojisi
eserinde Cumhuriyetimizin MİLLİYETÇİLİK ve LAİKLİK’in üzerine bina edildiğini
anlatmıştır...
Uzun yıllar genellikle politika zemininde münakaşası süren,
dava edilip mahkemeye verilen MİLLİYETÇİLİK bizim devlet siyasetimizde ne
şovenliktir, ne gericiliktir ve nede faşizmdir.
Bizim ısrarla savunduğumuz Milliyetçilik Vatanla bütünleşen,
kendi öz değerlerimizle yoğrulan, kendi insanından başlamak şartı ile tüm
insanların bağımsız ve hür yaşamalarını isteyen, milli kültürümüzü korumaya ve
özelliğini kaybetmeden evrensel platformlara çıkmasının uğraşını veren sevecen
ve barışçıl bir dünya görüşüdür. Ayaklar altında ezilmez, EZİLEMEZ.
Bizler her Türk vatandaşının Dünyanın her yerinde saygın bir
kişi olarak selamlanmasının mücadelesindeyiz...
Bu da UYGARLIK AVRUPASI OLMAKLA GERÇEKLEŞECEKTİR.
Bizler ulus olarak Bazı uygarlığının iyi yönleri kadar kötü
yönlerini de aldık. Bugünde yaşadığımız sıkıntıların temelinde bu aldığımız
yanlışlıklar vardır.
Batılılaşma mücadelemizde aldıklarımızı kendi
özelliklerimizle yoğuramadık.. Sorgulayan aklı da ekonomik aklı da önce çıkaran
programlardan memnun olmadık. Özetle memur niteliklilerin adetini artırdık..
Ve eğitimle, ekonomiyi at başı getiremedik... Şimdilerde
hepimiz bilmeliyiz ki küreselleşen bir dünyada evrensel akıla ulaşamadığımız ve
yerel akıllarla çağdaşlaşmayı sürdürdüğümüz sürece ne kalkınabilir ne de
gelişebiliriz.
Çağdaşlaşma önce özgür aklı iktidar kılmaktadır. Ancak şu
anda bile Türkiye de fikir yine suçtur.
Fikirlerini açıklayanlar yine cezalandırıyorlar. Siyasi
parti başkanları da kendi görüşlerinin aksine beyanda bulunanları partilerinden
ihraç ediyorlar. “Padişahım çok yaşa” diyenler ödüllendiriliyor. Yalakalık
edenler baş tacı kılınmaktadır. Oysa bizler bir ahlak tarihinin çocuklarıydık.
Ve onurlu ve haysiyetli yaşamak şiarımızdı.
Geçmişimizde bulun müstesna örnekleri vardı. Nitekim Osmanlı
veziri bir büyük yüreklilikle “Fındık kadar can.
Yüksek kadar kan için doğru bildiğimden vazgeçmem” deyip
boynunu celladın satırının altına yatırmıştır.
Osmanlı Gazinin “BEY YALAN SÖYLEMEZ DEVLETİN TEMELİNDE YALAN
OLMAZ” sözleri İmparatorluğun temelini teşkil etmiştir. Bugünse dolmuşların
arakasında “yalandan kim ölmüş” yazısını okuyoruz.
Yalan, sözde devlet adamları için sığınılacak bir liman ve
kişilikten yoksun olanlar için bir yem borusudur.
Ve o yem borusu her aciz kişinin elinde bir kurtarma
aracıdır. Radyasyon yoktur diyerek bir bardak çayı içip şov yapan bakan kaç
gözü yaşlı alenin kanına girmiştir.
Oysa 1946 yılından beri şöyle veya böyle demokrasinin
içindeydik ve demokrasinin en önemli özelliklerinden biri de HESAP SORMAKTI. Ne
devlet sordu ne de kurum veya bireyler. Oysa Fırat nehrinde kaybolan kuzunun
hesabı Hazreti ÖMER’den sorulacaktır kültürünün içinden geliyorduk. Ahali
yüreğine taş basıp oturdu ve madem ki bakan bey bu çayı içiyordu oda rahatlıkla
içmeğe devam etti. Ve yüzlerce genç yaşlı kanserden ölüp gitti.
Yolumuz üzerinde SANAYİLEŞMEMİZE baktığımızda:
1954 yılına kadar belli belirsiz bir sanayileşme
görülmektedir..
1954 yılında Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası kabul
edildiğinde muhalefet sıralarından “Hainler.!.. Vatanı sattınız!...” sözleri
yükselmiştir. 1965’te Sanayi Bakanıydım ve ithal ikame sistemi uygulanıyordu.
Ve 27 Mayıs ihtilalinin korkuları, endişeleri ve güvensizlikleri devam
ediyordu. Devlet çarkı adeta durmuştu. Bürokratlar kendilerinden önce bu
yerlerde olanların başlarına gelen felaketten ürktükleri için iş üretme yerine
ipe un serme metodunu uyguluyorlardı.. Bu korku ve endişe ortamında toplu iğne
fabrikasının temeli 1967 yılında atıldı. Toplu iğnesi, kürdan bir tek barajı
olmayan bir Türkiye’den, bu gün ki yüzü aşkın baraja, bir üniversiteden yüzden
fazla üniversiteye ulaşılmıştır... Ve bunlar iki darbeye bir müdahaleye ve iki
darbe teşebbüsüne rağmen ve hem de demokrasinin içinde kalınarak
gerçekleştirilmiştir.
Yalandan başka sermayeleri olmayanların söylediği gibi hiç
kimse ne darbelerde ve ne de müdahalelerde şapkasını alıp kaçmamış aksine
meclisin açık kalması sağlanarak ülke sorunlarının bir an evvel çözülmesi ve
halkın beklentilerinin yerin getirilmesi gerçekleştirilmiştir.
Bunlar Cumhuriyete, Cumhuriyetin getirilerine ve demokrasiye
inanların başarısıdır. Bu gerçekleştirilenlerin yeterli olduğu söylenebilir mi?
Hayır!.. Bunu kimse söyleyemez. Ancak hiçbir şey yapılmadı sözlerinin de insafı
yoktur... Bugün Türkiye’nin dünyanın her ülkesine satacak malı vardır. Yeter ki
ehliyetli kişiler gerekli yerlerde bulunsunlar. Ülke çıkarlarını kişisel
çıkarlarına feda edenler olmasın, ve yeter ki halka güvenilsin. Onun kıymeti
bilinsin. Şimdi biraz da DEMOKRASİMİZE bakmak istiyorum:
Taze, körpe ve henüz gelenekleri ve kurumları teşekkül
etmemiş bir demokrasimiz var. Tabandan, tavana doğru yol takıp eden demokrasi
bir halk hareketi olup burjuvanın sanayileşmeye başlaması ile kentleşme oluşmuş
o da demokrasiyi doğurmuştur. Bizde yukarıdan aşağıya yasa ile getirilmiştir.
Kınamıyorum. O günün şartları onu gerektirmiştir. Bu nedenle de gerçekleştirenlere
teşekkür ediyorum. Ancak teşekkürlerimin yanında bir de sitemim var. Alt
yapısız bir demokrasinin uygulanması ile ahlaka ve hukuka hücum edileceğini ve
ahlaksızlarla, kanunsuzların demokrasimizi yozlaştıracak her türlü alçaklığı
yapacaklarını hesaba katarak gerekli önlemleri almaları gerekirdi; yapmadılar.
Demokrasiyi seçimden seçime hatırlama gibi bir yanlışlıktan kurtulamadığımızdan
ve ekonomiyi güçlendiremediğimizden sadece yasaların himayesindeki bir
demokrasi ancak bu kadar olabildi.
Bir önemli yanlışlığı da huzurlarınıza getirmek istiyorum.
Demokrasiyi sadece ve yalnızca parmakla arama alışkanlığı demokrasimizi hayli
yıpratmıştır. Çünkü demokrasi öncelikle bir hukuksal ve ahlaksal yapıdır.
Yeri gelişken söyleyeyim ne 27 Mayıs, Ne 12 Mart ve nede 12
Eylül darbesi ülkenin yararına olmuştur. Aksine demokrasimiz irtifa
kaybetmiştir. Hukukta, ahlakta yara almıştır. Ahali, değerlerin alt üst olması
karşısında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamaz hale gelmiştir. Esasında
ülkenin en önemli sorunlarından biri ve hatta ilki KURTARICILARDAN TÜRKİYE’Yİ
KARTARMAKTADIR. İkide bir silahların gölgesinde yaşamağa mecbur edilen
demokrasiyi sağlıklı kılmak askeri vesayete son vermekle mümkündür.
Batılılaşma maceramıza biraz daha bakmak istiyorum: Batılılaşmayı,
batının sisteminde arayıp bulma yerine işin kolayına kaçanlar batının
ürettiklerini alarak batılı olduklarını sandılar. Marka giysiler, marka
arabalar uygar olmamıza yetti dediler.
Oysa asıl olan Batının sistemini benimsemek aklı,
teknolojiyi iktidar yapmak ve çok yönlü özellikleri içeren modernleşmeyi hayat
tarzı olarak uygulamaktır. Demokrasi de, ilk yapılacak şeylerden biri de halkın
kendisini yönetecek kişileri doğrusundan seçmesidir.. Önüne konan listeyi
kaldırıp atması ve “Benim seçebileceğim hiç kimse bu listeler de yok”
diyebilmesidir. Yoksa önüne konan mönüyü yemeğe kendini mecbur gördüğü sürece
değişen hiçbir şey olmayacaktır. Yıllar öncesi rahmetli Sadık Aldoğan söylediği
gibi “aynı hamam aynı tas, sadece tellaklar değişmiş olacaktır.”
Özetle MODERNLEŞME kendi tarihinden kopmak değildir.
Yozlaşma da değildir. Aslını inkar etmek hiç değildir. Batılılaşma ne kendine
yabancılaşmadır ve ne de köksüz hale gelmeyi istemektir. Yahya Kemal’in “Kökü
mazide olan atiyim” mısrasında ki dünya görüşünün sahibi olmaktı. Bu nedenle de
batıdan alacaklarımızı.
Bilimsel zekaydı. Ekonomik akıldı. Kopyaların, sonuçları
belli hazır formüllerin alıcısı olmamaktı...
Batı uygarlığının temelinde, Romanın hukuku, Hıristiyanlığın
insan sevgisi ve Eski Yunan’ın zeka disiplini vardır ve bunlar bilimsel
düşünceyi öne çıkarmıştır. BİLİM... BİLİM... BİLİM...
Bilim rütbelerin en yükseğidir. Ancak bir süreden beri en
yüksek rütbe paradır. Ve para tüm kapıları açmaktadır.
İslam bilime “Müslümanın kayıp malı” demiştir.
Hazreti Muhammet “İki günü bir birine eşit olan insana vah
ne yazık” buyurmuştur. Atatürk “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü
Cumhuriyetin kimliği yapmıştır. Bilime düşünen, araştırma ve sorgulayan beyinlerle
gibidir.. Eğitimini çağdaş bilimle donatmamış, ekonomisini güçleştirememiş bir
Türkiye’nin ne bağımsız olması mümkündür ne de çağdaşlaşması.
Bugün on yedi milyona yakın öğrencimiz var.. Bu rakam bir
çok batı ülkesinin toplam nüfusundan fazladır. Ve altı yüz binden fazla
öğretmen şu anda görevlerinin başındadırlar. Ve unutmayalım ki PKK belasının
zulmüne uğramış 200 öğretmenimiz şehit olmuş ve o okulların öğretmensiz
kalmasını içlerine sindirmeyen öğretmenler o okullarda görev almışlardır. Bu
başlı başına bir destandır...
Diğer taraftan dış ülkelerde okuyan on binlerce gencimiz ve
hemen hemen okulsuz kalmayan köy...
Bunlar Cumhuriyetimizin başarısıdır...
Eğitim ve öğretimin maddi gelişmesindeki bu parlaklığı,
eğitimin niteliğinde ayni derecelerde göremiyoruz.
Özellikle eğitimin milliliği önemli ölçüde kaybolmuştur.
Doğru düşünme terbiyesi yeteri derecede verilmemiştir.
Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki gelişmenin ve
mükemmelleşmenin düşünen, düşündüğünü söyleyenler gerçekleşeceğine, düşüncenin
cezalandırıldığı yerde ise müstemleke ruhunun yerleşeceğine inanmışımdır.
Bugün Türkiye, Türk milletinin, Türk insanın kültüründen
gelen yüksek kudreti sayesinde maddi gelişme bakımından su götürmez bir şekilde
güçlenmekte ve gelişmektedir. Fakat manevi bakımdan ciddi sorunların
girdabındadır.
Vatanseverlik duyguları tehlikeli derecede sarsılmıştır.
Vatani ahlak gibi mesleki ahlakta kaybolmaya başlamıştır. Şahsi çıkar her şeyin
önüne geçmiştir. Devlete sadaka, yerini devleti soymaya ve yağmalamağa
bırakmıştır.
Yeni kurulan devletimizin modeli Lozan da tespit edilmiş
olup bu model BATI TİPİ DEVLETTİR.
Devletimizin modeli budur. Ancak bu kopya bir devlet
olmayacaktır. Nitekim Atatürk Kurulacak olan yeni Türk Devletinden söz ederken
“Kuracağımız devlet, Türk tarihinin ve Türk kültürünün üzerine kurulacaktır”
açıklamasını yapmış ve bir biri peşi sıra Türk Dil Kurumunu, Türk Tarih
Kurumunu, Türkiyat Enstitüsünü ve
Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesini açmıştır. (YENİ GÜN GAZETESİ, Tarih: 04-02-2015)
***
BİR SEVGİDİR YAŞAMAK
LOZAN...
Ali Naili ERDEM
Lozan bir hezimet değildir M. Kemalin ölçülü ve ağır
adımlarla gerçekleştirdiği bir idealdir. Ve horlanan, aşağılanan milli
onurumuzun yeniden kazanılmasıdır.
Lozan’ın bir barış olmadığında ısrarlı olanlar Milli
Misakla ilgili maddeleri öne sürmektedirler.
Milli Misak konusunda bizleri aydınlığa çıkaran iki
mektuptan söz etmek istiyorum: Mektupların birisi Tayfur Sökmen’den geliyordu
ve “Sancak-Hayat Milli Misak’a dahil mi?” sualini taşıyordu; Gazinin cevabı
“TÜRKLERİN YAŞADIĞI HER YER MİSAKI-I MİLLİYE DAHİLDİR”
şeklindedir.
İkinci mektubu İttahat Terakkinin önemli ismi Talat Paşa
göndermişti.. Gazinin bu mektuba cevabı “ TÜRKÇE VE KÜRTÇE KONUŞULAN BÜTÜN
VİLAYETLERİMİZ BİZİM OLACAKTIR.” Bu konuyu kapatmadan Amerikalı general Mac
Arthur’un hatıralarında yer alan bir bölümü nakledeceğim.
Gaziye “Sizin gelecek hakkındaki tasavvurlarınız nedir diye
sorduğumda “ALLAH nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri
alacağım. Selanik’te dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım.”
Cevabını vermiştir.
Şimdi de TÜRK VE TÜRKLÜK’ten satır başları vermek istiyorum.
Büyük İslam kumandanı Alpaslan “Biz temiz müslümanlarız. Bi’dat nedir bilmeyiz.
Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı” düşüncesi bugün de her halis
Türk’te yaşamaktadır. Geçmişin sayfalarında unutulmağa terk edilmiş Türk’ü bu
günkü müstesna yerine çıkaran Atatürk “SERVETİM VE İFTİHARIM TÜRKLÜKTÜR”
demiştir. Türk, ahlakla, adaletle yunmuş yıkanmış olandır. Nitekim Cumhuriyetin
uzun bir süresinde ahlaklı yaşamak bizler için vazgeçilmez bir hayat görüşü
olmuştur. Ancak gün gelir rejim dahilere tavuk kümesini çok görürken üç
kağıtçılara saraylar yapmağa başlamıştır. Bilinen bir gerçektir ki
düşünürlerin, aydınlatmadığı bir toplumu sahtekarlar yönetir.
Eski Roma da devleti soyanlar kayalardan aşağı atılırmış.
Bizde ise Meclise girmelerine bile engel olunmadı.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde hayır cemiyeti soyulur mu?
Soyulmaz ama biz de Kızılay soyuldu. “Sirkat çoğalıp lafz-ı sadakat modalandı /
Namus tamam oldu hamiyet yeni çıktı” dediler.
Yargının başı “istem bizi cüzdanımızla, vicdanımız arasında
sıkıştırdı” açıklamasında bulunuyorsa tehlike çanlarının çaldığını hepimiz
idrak etmeliyiz.
Eğitimimizin haksızlıklara ve kanunsuzluklara karşı meşru
yollardan direnmede bulunma terbiyesini yeterince vermediği anlaşılıyor. Zaman
zaman bir ümit en azından aydınlar tavır koyabilmelidir. Ancak eğitimimizin bu
özgür insanı yetiştirmede yeterince başarılı olduğu pek kolay söylenemez.
Eğitimimiz iyi insan, iyi vatandaş yetiştirmeyi hedeflemiştir. İyi vatandaş
öncelikle vergisini verendir. Yetkililer verginin yüzde atmışı kaçırılıyor
derken istenilen çoğunlukta iyi vatandaş yetiştirdik diyebiliriz miyiz?...
Hazine yerlerini yağmalama bir hak olarak düşünülebilir mi?... Bu toprağın
ekmeğiyle büyüyen kişi devlete de, rejime de düşman olabilmeli mi?
Ulusunun bölünmesine, ülkenin parçalanmasına seyirci
kalabilmeli mi?...
Bir büyük sıkıntımız var ki hala varlığını sürdürmektedir...
Düşünebiliyor musunuz hangi ulusa üzerinde yaşadığı ülke fazladır diye bakılır?
Ama bizim için hem bakılıyor ve hem konuşuluyor. Ve Remzi Oğuz Arik’ın “VATAN
BENİM AŞKIMDIR” dediği vatan haritamızın bizlere fazla olduğu iddia ediliyor.
Acaba hangi ulusun insanları yaşadıkları toprakların
kendilerine fazla olduğunu söyleyebilir?. Hangi Mecliste bir parlamenter, vatan
kılınan yerlerin fazlalığından şikayetçi olabilir?
Ve acaba hangi parlamenter rejimde bir parlamenter kendi
meclisinde ana dilinin dışında bir başka dille yeminin yapabilir.
Anlaşılan o ki bizlere bir şeyler olmuştur. Oysa “Milli
benliklerini kaybeden milletler başkalarına avı olur” felsefesiyle büyümüştük.
Yıl 1923 Ankara... O zaman ki adıyla Erkek Muallim
Mektebinde Hamdullah Suphi Tanrıöver konuşmasını TÜRKLÜK SEVGİSİNİN TAŞIYAN
HERKES TÜRKTÜR” cümlesiyle bitirmiştir.
Bizler, Türküm demekle bilimin fetihlerinde koşmayı
amaçlamış, yoksulunu doyurmuş, cahilini okutmuş, barışı teslimiyet olarak
almamış bir Türkü anlatıyoruz. Henüz Ankara şehrinin sitelerin de, Abidin
Paşasın da çocuklarımız lağım sularının içindeyse ben önce onlara uygarlığı
getirip oraları fethetmeliyim.
KÜLTÜRÜMÜZ
Cumhuriyetin temeli kültürdü.
Biz toplum olarak, bulunduğumuz coğrafi durumumuz sebebiyle
doğu ile batı arasında bir köprüyüz.
Bu sebeple de “Ne batılı olabildik, nede doğudan kopabildik”
sanıyoruz bu hal buhranlarımızın en önemli sebeplerinden biridir.
Eğitimci Mümtaz Turhan “Kültür Değişimleri” adını taşıyan
eserinde “Fakat bir cemiyet için en zararlı, en tehlikeli değişme şekli, hiç
şüphesiz, ikisinin ortası bir yol tutmaktır: görüşlerine yer vermiştir.
Attilâ İlhan “Batının deli gömleği” diyor.
Bir süreden beridir kültürümüz açık bir liman haline
getirmiştir.
Bizler için yapılacak şey Prof. Dr. Erol Güngör’ün “ÇIĞDAŞ
BİR TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ” kurma gerekliliğidir.
Nereden nereye geldiğimizi doğrusundan saptayabilmek için
şimdi yürüdüğümüz yoldaki taşlardan birini daha sizlere anlatmak istiyorum.
İSLAM DİNİMİZ.
Cumhuriyetle birlikte Kur’anın inanç ve ibadete ait olan
hükümlerinin aynen uygulanmasına muameleta ait olan hükümlerinin devletin
kapısından girmesinin uygun olmadığına karar verdiler. Cumhuriyetin ilanı ile
İslamla ilgili olarak yapılanlar halkı dininden soğutmak için değildir.
Yapılanlar Mustafa Fazıl Paşanın Padişah Abdülmecid’e söylediği “Ulusların
hukukunu tayin eden şey din ve mezhep değildir. Aksine din Dünya işlerine
müdahaleye kalkışırsa herkesi yakar; kendisini de zarar eder “görüşüdür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bir kitabın “Peygamber Efendimiz
Mustafa Kemal Hazretleri” diyerek takdim edilmesinden fevkalade üzülen Atatürk,
Başbakan İsmet İnönü’ye bu durumu bildirmiş ve Kuranı Kerimin doğrusundan
öğrenilmesi için TBMM’nce alınacak bir kararla Mealen tercümesinin
yaptırılmasını ve on bin adedinin gençlere dağıtılması istemiştir ki bugün dahi
en doğru Meallerden biri olarak kabul edilen Elmalı’nın meali böyle
hazırlanmıştır.
Gazi dine değil, din bezirganlarına, din simsarlarına, din
aktörlerine ve onu geçim aracı kılanlara ve dini siyasete alet edenlere
düşmandı...
Çünkü dinimiz ve Cumhuriyete en inkılapları, en
çağdaşlaşmayı zıt değildir. Aksine “dinimiz bilimsel bir şekilde Kurandaki
İslam olarak ele alınırsa ve aydınlık bir kafa ile yorumlanırsa bu gün de
bizleri ileri götürecek bir enerji kaynağı olacaktır” İslam’ın bir siyasi
davası yoktur...
Şu anda en muhtaç olduğumuz eksikliklerden biri yaşadığımız
hayatla inançlarımız arasında uygunluk sağlayacak içtihatlardır. Ve maalesef
asırlardır içtihat kapıları kapalıdır.
Yazımın bu bölümün de sizlere LÂİKLİK konusunu anlatacağım.
Lâiklik DİNİN YERİNİ TAYİNDİR..
İsmet İnönü, “Ben lâik bir devletin Cumhur Başkanıyım,
camiye girip namaz kılmam lâikliğe aykırıdır” derken. Cemal Bayar “Evet. Biz
müslümanız ve Müslüman olarak kalacağız. Şunu önemle ve ısrarla yinelemek
isterim ki, lâiklik prensibi buna asla mani değildir. Bilakis vicdanlara
hükmedilmesine müsaade etmeyen ve prensiptir. Bugün bizi inandığımız gibi
ibadetten alıkoyan hiçbir kimse yoktur. Ve hiçbir zaman da olmayacaktır.”
Açıklamasını yapmıştır.
Laikliği dinsizlik diye algılayanların ulusa verdikleri
zarar kadar lâikliği yeni bir din diye değerlendirenlerin verdikleri zarar da
aynı ölçü de çoktur... Esefle söyleyebilirim ki bu yanlışlık bugün de
sürmektedir. Ve bu yanlışlık ayak bağı olmaktadır.
Cumhuriyetin ve modernleşmenin temel görüşü halkın iradesini
iktidar kılmaktır.
10 Kasım 1938...
Atatürk’ün rahmetle uğurluyoruz.
Yeni bir dönem başlamış İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştu...
İkinci Dünya Savaşı bütün dehşetiyle sürüyordu; ve ihtiyaç
maddeleri karneye bağlanmıştı. İsmet İnönü sayesinde savaşa girmemiştik. Bu
gerçekten büyük bir başarıdır. O dönemin en önemli olayı sanırım 19 Mart 1945
tarihinde SSCB’nin bizlere verdiği nota ile Türkiye üzerindeki emellerini
tekrarlamasıydı. Tehditlerini arttırmış, doğura ki bazı vilayetlerimizi
istemekle kalmıyor, Boğazlar üzerinde hakimiyet kurmayı tekrarlıyordu.
Bu azim tehlike karşısında doğru bir tercihle Amerika ile el
sıkışıldı. Kısa bir süre sonra da demokrasiye girdik...
Aşağıdan yukarıya doğru olması gereken Demokrasi hareketi
bizde yukardan aşağıya doğru bir talimatla oldu.
Yadırganacak yönü yoktu. Aksine alkışlanacak bir olaydır.
Bir diğer alkışlanacak olanda ocak bucak teşkilatların kurulmasıydı. Halk söz
sahibiydi.. Üzülerek söyleyebilirim ki bu teşkilatların 1960 darbesinden sonra
kapatılması rejim için bir büyük kayıptır. Nitekim 1950-1960 döneminde halkın
meclisi olan TBMM’si 1960-1980 arasında delegelerin meclisi olmuş, 1980’den
sonraki haliyle Genel Başkanların meclisine dönüşmüştür. Ve eğer bu gün
parlamenterlere karşı bir güvensizlik varsa o da halkın devreden çıkarılıp tüm
yetkilerin genel başkanlara verilmiş olmasıdır.
Yazımın başında da ağrılarımız bitmiyor demiştim. Bunlardan
biri de İRTİCADIR. Bazı şahısların ve çevrelerin tek malzemesi olan bu konu
devamlı olarak ısıtılıp önümüze konmaktadır. Konunun doğru bir açıklaması Lozan
görüşmelerinin sağlıklı bir şekilde yorumuyla mümkündür. Lozan da Türk
heyetinden “İslam dininin devlet ve millet hayatından silinmesi “istenmiş reddi
halinde Türklere bağımsızlığın verilmeyeceği kesin bir dille ifade edilmiştir.
Zor günlerin lider kadroları başarıyı zaman kazanarak sağlamanın gerekliliğini
yaşamış kişiler olarak bu teklife evet demişlerdir. Ve Cumhuriyet hayatımızın
içinde bu konunun yumuşatılarak sürdürülmesi öngörülmüştür. Nitekim siyasi
hayatımızda bir kara leke olarak anılan 1946 seçimlerinin sonrasında yapılan
1947 seçimlerinin CHP tarafından kaybedilmesi üzerine kaybın nedenlerini
araştırmakla görevli komisyonun çalışmaları sonucunda
1- Okulların son sınıflarına ihtiyari olarak din dersleri
konulması.
2- İmam-hatip ve vaiz yetiştirmek üzere orta dereceli meslek
okullarının açılması,
3- Yüksek din adamları yetiştirmek üzere üniversitelerimizde
İslam İlahiyat Fakültesi açılması.”
Bu yasalar çıkarılmış ve komisyonun aldığı kararlar yaşama
geçirilmiştir.
Başbakan Şemsettin Günaltay’dı. Ve 1 Mart 1950 de TBMM’den
geçirilen bir yasa ile 1926 yılında 677 sayılı yasa ile kapatılan tekke ve
zaviyelerin ziyarete açılması kabul edilmiştir.
Kesin inancım odur ki İslam irtica değildir. İmam hatip
okullarının açılmasının da irtica ile ilgisi yoktur:
Talihsizliğimiz bu okulların bir siyasi partinin arka
bahçesi olarak düşünülmesi ve o partinin devletle kavgalı olmasıdır. Devletle
kavgalı olanlar bu okulları karıştırmışlardır. Bu hem İslam’a hem de bir irfan
yuvasına yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü İslam dünyayı aydınlatan bir
sistemdir. İrtica denilen habis ur ise İslam’ın istismarıdır ve hurafelerle
beslenir. Bu kısa açıklamanı burada noktalıyorum.
Dilerseniz EKONOMİK KALKINMAMIZLA ilgili kısa bir tur
yapalım. İnönü, 1949’da uluslar arası İmar ve
Kalkınma Bankasından Türkiye için bir kalkınma modeli
belirleyecek bir rapor istemişti. Bu raporu, Amerikalı James M. Barker
raporudur. Bu rapora göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak benimseniyor sanayi
olarak soba, basit pompa, pulluk, çekiç ve testere gibi şeyler öneriliyordu.
Kesinlikle yapılmaması gereken sanayi dalları ise ayrı ayrı sayılıyordu. Bu
rapor 14 Mayıs 1950 de iktidarın değişmesi sebebiyle yeni hükümetin önüne
konmuştu.
İktidara gelenler Atatürk’ün “Savaştan çıkan bir ülkenin en
büyük işi ekonomik durumu düzeltmektir” düşüncesini benimsemeleriyle icraata
başlamaları olmuştur. Artık Türkiye bir şantiyedir.
Bütün bunlar bu rapora rağmen yapılacaktır... Nasıl?..
Bu suali cevaplamadan önce bir tespiti yapalım.
17 Şubat 1923 İzmir İktisat kongresinde Gazi şu konuşmayı
yapıyor: “Bir ulusun doğrudan doğruya hayatı ile ilgili olan, o ulusun
iktisadıdır. Gerçekten Türk tarihi incelenirse yükseliş, çöküş nedenlerinin
iktisat sorunlarından başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır:”
14 Mayıs seçimleri sonrası iktidara gelen Demokrat parti
Gazinin bu konuşmasını hareket noktaları yapmıştır. Ekonomik savaş devam eden
bir savaştır. Bundan başarı ile çıkmak devletin ve milletin bekası için
şarttır.
Yassıada davaları sırasında sorgusu yapılan Antalya
milletvekili Burhanettin Onat’a “sen bir doktorsun:
Siyasette ne işin var” diye sorulduğunda verdiği cevap
şudur. “Ülkemin içinde bulunduğu manzarayı görünce içime sindiremedim. Bir
aşağılık duygusu içinde yaşamayacağımı anladım. Benim beldelerimin virane
olmasından çıkmasının kavgasını yapma kararı verdim. Ben de tıpkı Avrupa’daki
insanların yaşadıkları şehirlerde yaşamak istiyorum. Işıl ışıl bir vatan
istiyorum. Onun için politikaya girdim.”
Gerçekte Politika budur.
POLİTİKA zengin olma yeri değildir: Halkı maddi ve manevi
zengin etme yeridir. Bakınız Atatürk döneminin bakanlarından Mahmut Esat
Bozkurt’a ne diyor: “Devlet adamları fakir ölmelidirler ki idare ettikleri
milletler zengin ve mesut olsunlar. Devlet adamları cep doldurmaya kalkarlarsa
millet, fakir, bahtsız olur, dava da yenilir, çürür.”
Büyük gönüllülerle, büyük beyinlerin ülkelerini viranelerden
kurtarma savaşı verirken hizmetten alıkonmaları talihin bir cilvesi mi yoksa
bir palanın uygulanması mıdır bilmiyorum. Ama her darbe sonrasın da gördüm ki
çaplı insanlar, ülke sorunlarına çözüm üretenler, halka hizmeti ibadet haline
getirenler unutulmağa mahkum edilmişlerdir. Ülkenin bütününde vasat
kültürlülerle, “Gelen ağam, giden paşam” diyenler baş tacı edilmiştir. Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi siz istediğiniz kadar hukuk devletinden söz ediniz..
Soyguncular önce büyük bir gürültü ile halka duyurulup daha sonra serbest
bırakılıyorlar... Böyle devlet olur mu? Böyle devlete halk güven duyar mı?..
Anlı şanlı şirketler iflas eder de malikleri zengin
yaşamlarını hiç fütur duymadan sürdürüyorlarsa halka bunlar nasıl
anlatılacaktır? Ve anlatılamadı.
Dürüstler, namuslular, ahlaklılar, istedikleri kadar
Cumhuriyet, erdemliliktir deseler de minareyi çalanlar kılıflarını
hazırlıyorlar. Ve “Milyonlarca çalan mesned-i izzetter ser-efraz / Birkaç
kuruşu mürtekibin cayi kürektir:” anlayışı sürüyor.
Yazımın başlarında bilgi toplumu olma trenini kaçırmamamız
gerektiğine işaret etmiştim.
Bu konu da bir iki satır başı açmak istiyorum.
Kur’an “İRKA” – OKU- diyor.
Toplum olarak okumayı sevmiyoruz. Yazılı kültürlü başımız
hoş değil. Sözlü kültürü seviyoruz. Kısacası okuma özürlü toplumuz.
Bulgaristan’ın nüfusu benim dokuzda birim kadar olduğu halde
7500 kütüphanesi var. Benim ise 1500...
Kahvehane adedi altı yüz bini geçiyor. Sinemalar henüz bini
bulmadı tiyatro sayısı ise ağlanacak noktada.
Ankara’nın Armada kapalı çarşısında bir kitap evine mukabil
otuzdan fazla restoran var.. Ankara’da beş üniversite var. Parlamento ve
Anayasal kuruluşlar ve siyasi partiler ve hükümet Ankara’dadır. Altı uygarlığı
yaşayan İzmir merkez de birkaç kütüphane bulunuyor. Bugün kültürsüz paraların
saltanatı vardır. Kültürlü parasızlar ise her zeminden dışlanmışlardır.
Kimlik kavgamız gibi, uygarlığı anlayış kavgamız da hala
sürüyor. İnkılaplarımız da ki kavga da sürüyor.
Oysa bunların tümü de Cumhuriyetin ilanı ile çözüme
bağlanmıştır. Bugün adeta Tanzimat döneminin ikiliğini yaşıyoruz. İki ayrı
dünya görüşü, iki ayrı insan tipi. Çağdaş Türkiye’yi şimdi hangi insan tipimiz
temsil ediyor?
Suçlu ne Cumhuriyettir, ne demokrasidir. Suçlu biziz, biz
ona layık olamadık. Demokrasiyi şekilden ibaret sayanlara tepki göstermedik.
Cumhuriyetin içine boşaltanlara dur diyemedik. Bugün yapılacak olan en doğru
şey Atatürk’ün olaylar karşısındaki takındığı akılcı, gerçekçi ve kişilikli
tavrı var etmektir. Statik kalıpların tutsak insanını değil, dinamizmin çağdaş
aklını istisnasız her olayda harekete geçirmektir. Hiçbir doğmaya itibar
etmeden, hiçbir ideolojiye bağlı olmadan olaylara çözüm getirmektir. Bu eğitilmiş,
bilgi birikimi yüksek olup
Türkiye’ye aşık kadroların başarısı olacaktır. (YENİ GÜN GAZETESİ, Tarih: 05-02-2015)