14 Nisan 2016 Perşembe

BİR SEVGİDİR YAŞAMAK / ÜLKEYE BAKIŞ (1) Şair - Yazar, Edebiyatçı, Siyasetçi: Ali Naili ERDEM

BİR SEVGİDİR YAŞAMAK
ÜLKEYE BAKIŞ (1)
Ali Naili ERDEM
12 Eylül darbesi bir giyotin gibi üzerimize inmişti. 27 Mayıs 1960 darbesi de aynıydı. Demokrasinin  içindeydik güya.. Ve seçimle gelenler seçimle gidecektir. Olmadı, Savcılar darbeyi yapanlar alkışladıklar,  Üniversitelerde darbenin meşruluğunu fetvalarıyla onayladılar. Bu ayıp silinmedi.
27 Mayıs darbesinden farklı olarak bu defa bütün partiler kapatılmış, bizler de yasaklanmıştık.. Genel ev patroniçesi manukyan serbest biz ise yasaklıydık. Darbecilere göre suçlu olanlar politikacılardı. 1982 anayasası dikensiz bir gül bahçesi anlayışı içinde halkın oyuna sunularak kabul edilmişti.
Kısa bir süre sonra ne olup ne bittiğini anlamadan kendimizi zincir bozan da bulduk. 121 gün sonra bırakıldığımızda dincilik kadar tarikatçılığı bir o kadar Amerikancılığı bünyesinde yaşatan Turgut Özal başbakandı. Yeni bir dönem başlamıştı. İktidardın çokça hanımları ülkenin önemli sermaye sahipleri ile birlikte kendilerini. Papatyalar olarak tanımlayıp lale devrini yeni bir yaşam şekli olarak benimsediler.. Bir Pakistanlı kadar kazan, bir İsveçli kadar harca anlayışı teşvik edilince köşeyi dönme amaç olmuştu. Bir koyup üç alacağız dediler. Onunla yetinmeyip anayasanın bir maddesini ihlal edersek ne zararı dokunur “ sözlerinin sahibi oldular.
Hukukun dışlanması yalnız kalmasın diye de “benim memurum işini bilir” vecizesini yumurtladılar. Ve sandılar ki böylesine bir ortamda ülkenin sorunları sona erer. Olmadı ve baş ağrılarımız birer hayati sorun olarak devam Profesör Nurettin Topçu “kaç nesildir” diyor “bugüne kadar bütün kuşaklar bir birine en samimi miras halinde siyasi hırslar siyasi kinlerden başka bir şey bırakmamıştır. Bu kuşaklar bazen samimi idiler. Fakat bağlandıkları fikir ve kanaat hep siyasi iktidarın, bir elden başka ele geçmesiyle vatanın kurtarılacağı yolundaydı.
Halbuki bunların hiç biri örflerin, sanatların, ekonominin ve hukukun bu vatanın hayatı içinde ve bir ahlaki iman içinde gelişmesiyle ancak gerçek inkılabın yapılabileceğini anlamamıştı.” Acı olan şu ki bu yanlışlık bugünde sürmektedir.
Gök kubenin görülüp tanıdığı en büyük İmparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu çökünce, teslim bayraklarını çekenler çoğaldı. Saray çaresizliğin içinde boyunu bükmüştü.
Görünüşte bir avuç insan ki yürekleri Himaya dağı kadar yüksekti... 19 Mayıs 1919 da Samsundan yola çıktılar... Bu en geniş anlamda UYGARLIK savaşı yolculuğuydu.
23 Nisan 1920 günü Hacı Bayram Camiinde Cuma namazlarını kıldılar ve tekbir sesleriyle meclisi açıp “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir “ ilkesini dağlara taşlara ve halkın yüreğine yazılar.
Dünyada ilk defa bir millet kendi meclisiyle birlikte savaşıyordu. Meclis teşekkül etmiş hükümet üyeleri tespit edilmişti. Bugün geyik derisi koltukların donattığı ve şaibelerin su yüzüne çıktığı meclis o tarihte sekiz odalı bir binaydı. Milletvekilleri okullardan getirilmiş sıralarda oturuyorlar, karavanadan yiyorlar ve hanlarda yatıyorlardı. Çoklarının doğru dürüst giyeceği bir elbisesi bile yoktu. Büyük şair Mehmet Akif soğuk kış günlerinde oda arkadaşının paltosunu giyerek meclise gidiyordu..
Milli Eğitim bakanın makam odası bugün Ankara Belediyesi olan binanın odalarından biriydi. Gaz tenekesini sandalye, kahve fincanını da mürekkep hokkası olarak kullanıyordu. Herkes bir büyük fedakarlığın zirvesinde olmanın heyecanındaydılar.
Batılı Devletlerle yapacağımız bir savaşın kazanılmayacağını iddia edenlerse ısrarla ya İngiliz, yada Amerika’nın Mandası olmamızı peşindeydiler... “Siz dilediğiniz yere gidebilirsiniz” diyordu Mustafa Kemal “İstediğiniz ülkenin mandası olabilirsiniz... Benim için bir tek şey var. “YA ÖLÜM, YA İSTİKLAL” “Bu davada tek kalabilirim. Alırım elime mavzerimi... Çıkarım Elma dağına... Tek kurşunum kalıncaya kadar düşmanın karşısında bir adım geriye atmadan vuruşum...” Öyle de yaptı.
Şimdi bizler nereden nereye geldiğimizi doğrusundan tespit edebilmek için yolumuzun üzerindeki kilometre taşlarını bir bir aydınlatmamız gerekiyor. Bu taşların ilki KURTULUŞTUR... Kurtuluş en zengin anlatımıyla bizim ONUR SAVAŞIMIZDIR. Mustafa Kemal gerçek kurtuluş ZİHİNLERİN KURTULUŞUDUR diyerek yeni yepyeni bir hedefi ortaya koymuştur. Yeni nesiller “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olarak yetişeceklerdi. Ortada henüz bir devlet yoktu. 17 Temmuz da Eğitim şurası yapıldı. Toprağı Vatan kılmanın ve bağımsızlığı iktidar kılarak özgürlüğü yaşam biçimi olarak yaşatmanın kararlığındaydılar.
YENİ GÜN GAZETESİ, Tarih: 03.02.2015
BİR SEVGİDİR YAŞAMAK
ÜLKEYE BAKIŞ (2)
Ali Naili ERDEM
Bu yüksek idealin ve soylu düşüncelerin açıklandığı günlerin Türkiye”si tam bir yoksulluğun zincirlerindeydi..
Halk yoksul.
Meclis yoksul.
Hükümet Yoksuldu..
Lozan’a gidecek heyetin giyecek elbisesi yoktu. Ve meclis elbise almaları için karar verip gitmelerini sağlayabilmiştir.
Yoksulluğun en üst noktasındaki bu manzarayı Yakup kadri Karaosmanoğlu’nun yabanığından birlikte okuyalım:
“Sakarya savaşından sonra düşman orduları Haymana, Mihaliççık ve Sivri hisar bölgelerini bize yer yer ateş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin bir virane olarak bıraktı. O afetlerden arta kalmış halkın, bu taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktu. Bunlar yarı çıplak bir halde dolaşıyor, alevin karartığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında ezerek öğütmeğe çalışıyor, ağaç köklerinden adını bilmediği otlardan bir nevi yiyecek çıkarıyordu.” Yine o günlerin bir başka tablosunu Asım Gündüz’den dinleyelim:
“Alacak karanlık bir akşam üstü. Sakarya Meydanı muharebesinin yapıldığı günlerin biri. Nehrin kenarında akşam yemeğine oturacak dört adam ayaktadır. Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Mareşal Fevzi Çakmak ve Asım Gündüz. Yerde ve tahta sini. Sinin üzerinde o akşamın yemeği olacak minicik bir piliç. Piliç öylesine zayıf ki yalnız kemikleri görünüyor. Gazi, yaveri Asım Gündüze soruyor “Bugün Mehmetçiğe ne verdiniz? “Yaveri “Paşam Mekkarenin (katır birlikleri) YEM TORBALARINDAN ALDIĞIMIZ YENİ KAVURDUK VE HER MEHMETÇİĞE BİR ARPA, BİR ÇAVDAR VE BİR BUĞDAY TANESİ OLARAK VERDİ.” Diyince Gazi “ MEHMETÇİĞİN KARININ AÇ OLDUĞU YERDE BİZİM KARNIMIZ TOK OLMAZ” deyip yemek yerinden ayrılmışlardı. Kurtuluş savaşı böylesine bir soylu düşünceyle zafere ulaşmıştır.
1923 yılında halkın yüze 24,52 si şehirde yüzde 75,48 köylerde yaşamaktadır.
Yurdun tamamı veba, kolera, tifüs, çiçek, sıtma gibi çok sayıda hastalığın avuçlarında çırpınıyordu. Ne yeterli doktorumuz, ne hastanemiz ve ne de ilacımız vardı.
Var olan şey GÜVENDİ, İNANÇTI, SEVGİYDE.. Ve kurulacak olan devlet KAN, GÖZYAŞI ve NAMUS üçgeni üzerinde yükselecekti.
Bizler milli gelirimizin ne olduğunu ancak 1927 yılında öğreniyoruz. Cumhuriyetin ilanından 1927’e kadar geçen süredeki milli gelirimizi bilmiyoruz.
Nüfusumuz 1927 yılında yapılan nüfus sayımına göre on üç milyon altı yüz kırk sekiz bin 270 ‘tir.
Hepsi hepsi milli banka olarak bir tek Ziraat Bankası vardı.
Doğru dürüst bir sanayi yok. Yok... Yok... Yok...
1923 yılında kişi başına düşen milli gelir 50 dolardı.
Falih Rıfkı Atay “Batış Yılları” adlı eserinde “1912 yıllarında Osmanlı imparatorluğunda meslek sahibi olarak bir Müslüman Türkün olmadığını yazar... 1914 yılına kadar, şirketler, piyasalar, bankalar ve kulüpler Türklere kapalıydı. Elektrikle tanışmamız 1902 yılında oluyor. Tarsus ilçesinde bir adam değirmeninin milinden transmisyonla 60 kilovatlık bir dinamo elde ediyor.
1923’ün Türkiye’sinde 4894 ilk okul, 72 orta okul, 23 lise, 64 mesleki ve teknik okul ile bir üniversite var. Yeni bir devletin kurulduğuna inananlarla bir millet uyanıyordu. Ve bu uyanış Cumhuriyetle bütünleşerek uygarlığın ufkuna yükseldi.
Uygarlık yolundaki ikinci taşımız CUMHURİYETİMİZDİR...
Cumhuriyet bizim milli vicdanımızın sesidir. Kopya değildir. Kendi şartlarımızdan ve kendi gerçeklerimizden doğmuştur.. Ancak bu görünüşün aksi olan iddalar bugünde söylenmektedir. Olayları doğrusundan yorumlayanlar Cumhuriyetimizdin çok dilli. Çok dinli ve çok uluslu bir imparatorluktan çıktığında ittifak halindedirler. Ve cumhuriyet bir FAZİLETLER buketidir. Bir büyük devrim olan cumhuriyet bozkıran çalı dibini saray kılan insanımızı uygarlığın zirvesine çıkarmanın yollarını açmıştır.
Üçüncü Cumhur Başkanımız Celal Bayar, Atatürk Metodolojisi eserinde Cumhuriyetimizin MİLLİYETÇİLİK ve LAİKLİK’in üzerine bina edildiğini anlatmıştır...
Uzun yıllar genellikle politika zemininde münakaşası süren, dava edilip mahkemeye verilen MİLLİYETÇİLİK bizim devlet siyasetimizde ne şovenliktir, ne gericiliktir ve nede faşizmdir.
Bizim ısrarla savunduğumuz Milliyetçilik Vatanla bütünleşen, kendi öz değerlerimizle yoğrulan, kendi insanından başlamak şartı ile tüm insanların bağımsız ve hür yaşamalarını isteyen, milli kültürümüzü korumaya ve özelliğini kaybetmeden evrensel platformlara çıkmasının uğraşını veren sevecen ve barışçıl bir dünya görüşüdür. Ayaklar altında ezilmez, EZİLEMEZ.
Bizler her Türk vatandaşının Dünyanın her yerinde saygın bir kişi olarak selamlanmasının mücadelesindeyiz...
Bu da UYGARLIK AVRUPASI OLMAKLA GERÇEKLEŞECEKTİR.
Bizler ulus olarak Bazı uygarlığının iyi yönleri kadar kötü yönlerini de aldık. Bugünde yaşadığımız sıkıntıların temelinde bu aldığımız yanlışlıklar vardır.
Batılılaşma mücadelemizde aldıklarımızı kendi özelliklerimizle yoğuramadık.. Sorgulayan aklı da ekonomik aklı da önce çıkaran programlardan memnun olmadık. Özetle memur niteliklilerin adetini artırdık..
Ve eğitimle, ekonomiyi at başı getiremedik... Şimdilerde hepimiz bilmeliyiz ki küreselleşen bir dünyada evrensel akıla ulaşamadığımız ve yerel akıllarla çağdaşlaşmayı sürdürdüğümüz sürece ne kalkınabilir ne de gelişebiliriz.
Çağdaşlaşma önce özgür aklı iktidar kılmaktadır. Ancak şu anda bile Türkiye de fikir yine suçtur.
Fikirlerini açıklayanlar yine cezalandırıyorlar. Siyasi parti başkanları da kendi görüşlerinin aksine beyanda bulunanları partilerinden ihraç ediyorlar. “Padişahım çok yaşa” diyenler ödüllendiriliyor. Yalakalık edenler baş tacı kılınmaktadır. Oysa bizler bir ahlak tarihinin çocuklarıydık. Ve onurlu ve haysiyetli yaşamak şiarımızdı.
Geçmişimizde bulun müstesna örnekleri vardı. Nitekim Osmanlı veziri bir büyük yüreklilikle “Fındık kadar can.
Yüksek kadar kan için doğru bildiğimden vazgeçmem” deyip boynunu celladın satırının altına yatırmıştır.
Osmanlı Gazinin “BEY YALAN SÖYLEMEZ DEVLETİN TEMELİNDE YALAN OLMAZ” sözleri İmparatorluğun temelini teşkil etmiştir. Bugünse dolmuşların arakasında “yalandan kim ölmüş” yazısını okuyoruz.
Yalan, sözde devlet adamları için sığınılacak bir liman ve kişilikten yoksun olanlar için bir yem borusudur.
Ve o yem borusu her aciz kişinin elinde bir kurtarma aracıdır. Radyasyon yoktur diyerek bir bardak çayı içip şov yapan bakan kaç gözü yaşlı alenin kanına girmiştir.
Oysa 1946 yılından beri şöyle veya böyle demokrasinin içindeydik ve demokrasinin en önemli özelliklerinden biri de HESAP SORMAKTI. Ne devlet sordu ne de kurum veya bireyler. Oysa Fırat nehrinde kaybolan kuzunun hesabı Hazreti ÖMER’den sorulacaktır kültürünün içinden geliyorduk. Ahali yüreğine taş basıp oturdu ve madem ki bakan bey bu çayı içiyordu oda rahatlıkla içmeğe devam etti. Ve yüzlerce genç yaşlı kanserden ölüp gitti.
Yolumuz üzerinde SANAYİLEŞMEMİZE baktığımızda:
1954 yılına kadar belli belirsiz bir sanayileşme görülmektedir..
1954 yılında Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası kabul edildiğinde muhalefet sıralarından “Hainler.!.. Vatanı sattınız!...” sözleri yükselmiştir. 1965’te Sanayi Bakanıydım ve ithal ikame sistemi uygulanıyordu. Ve 27 Mayıs ihtilalinin korkuları, endişeleri ve güvensizlikleri devam ediyordu. Devlet çarkı adeta durmuştu. Bürokratlar kendilerinden önce bu yerlerde olanların başlarına gelen felaketten ürktükleri için iş üretme yerine ipe un serme metodunu uyguluyorlardı.. Bu korku ve endişe ortamında toplu iğne fabrikasının temeli 1967 yılında atıldı. Toplu iğnesi, kürdan bir tek barajı olmayan bir Türkiye’den, bu gün ki yüzü aşkın baraja, bir üniversiteden yüzden fazla üniversiteye ulaşılmıştır... Ve bunlar iki darbeye bir müdahaleye ve iki darbe teşebbüsüne rağmen ve hem de demokrasinin içinde kalınarak gerçekleştirilmiştir.
Yalandan başka sermayeleri olmayanların söylediği gibi hiç kimse ne darbelerde ve ne de müdahalelerde şapkasını alıp kaçmamış aksine meclisin açık kalması sağlanarak ülke sorunlarının bir an evvel çözülmesi ve halkın beklentilerinin yerin getirilmesi gerçekleştirilmiştir.
Bunlar Cumhuriyete, Cumhuriyetin getirilerine ve demokrasiye inanların başarısıdır. Bu gerçekleştirilenlerin yeterli olduğu söylenebilir mi? Hayır!.. Bunu kimse söyleyemez. Ancak hiçbir şey yapılmadı sözlerinin de insafı yoktur... Bugün Türkiye’nin dünyanın her ülkesine satacak malı vardır. Yeter ki ehliyetli kişiler gerekli yerlerde bulunsunlar. Ülke çıkarlarını kişisel çıkarlarına feda edenler olmasın, ve yeter ki halka güvenilsin. Onun kıymeti bilinsin. Şimdi biraz da DEMOKRASİMİZE bakmak istiyorum:
Taze, körpe ve henüz gelenekleri ve kurumları teşekkül etmemiş bir demokrasimiz var. Tabandan, tavana doğru yol takıp eden demokrasi bir halk hareketi olup burjuvanın sanayileşmeye başlaması ile kentleşme oluşmuş o da demokrasiyi doğurmuştur. Bizde yukarıdan aşağıya yasa ile getirilmiştir. Kınamıyorum. O günün şartları onu gerektirmiştir. Bu nedenle de gerçekleştirenlere teşekkür ediyorum. Ancak teşekkürlerimin yanında bir de sitemim var. Alt yapısız bir demokrasinin uygulanması ile ahlaka ve hukuka hücum edileceğini ve ahlaksızlarla, kanunsuzların demokrasimizi yozlaştıracak her türlü alçaklığı yapacaklarını hesaba katarak gerekli önlemleri almaları gerekirdi; yapmadılar. Demokrasiyi seçimden seçime hatırlama gibi bir yanlışlıktan kurtulamadığımızdan ve ekonomiyi güçlendiremediğimizden sadece yasaların himayesindeki bir demokrasi ancak bu kadar olabildi.
Bir önemli yanlışlığı da huzurlarınıza getirmek istiyorum. Demokrasiyi sadece ve yalnızca parmakla arama alışkanlığı demokrasimizi hayli yıpratmıştır. Çünkü demokrasi öncelikle bir hukuksal ve ahlaksal yapıdır.
Yeri gelişken söyleyeyim ne 27 Mayıs, Ne 12 Mart ve nede 12 Eylül darbesi ülkenin yararına olmuştur. Aksine demokrasimiz irtifa kaybetmiştir. Hukukta, ahlakta yara almıştır. Ahali, değerlerin alt üst olması karşısında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamaz hale gelmiştir. Esasında ülkenin en önemli sorunlarından biri ve hatta ilki KURTARICILARDAN TÜRKİYE’Yİ KARTARMAKTADIR. İkide bir silahların gölgesinde yaşamağa mecbur edilen demokrasiyi sağlıklı kılmak askeri vesayete son vermekle mümkündür.
Batılılaşma maceramıza biraz daha bakmak istiyorum: Batılılaşmayı, batının sisteminde arayıp bulma yerine işin kolayına kaçanlar batının ürettiklerini alarak batılı olduklarını sandılar. Marka giysiler, marka arabalar uygar olmamıza yetti dediler.
Oysa asıl olan Batının sistemini benimsemek aklı, teknolojiyi iktidar yapmak ve çok yönlü özellikleri içeren modernleşmeyi hayat tarzı olarak uygulamaktır. Demokrasi de, ilk yapılacak şeylerden biri de halkın kendisini yönetecek kişileri doğrusundan seçmesidir.. Önüne konan listeyi kaldırıp atması ve “Benim seçebileceğim hiç kimse bu listeler de yok” diyebilmesidir. Yoksa önüne konan mönüyü yemeğe kendini mecbur gördüğü sürece değişen hiçbir şey olmayacaktır. Yıllar öncesi rahmetli Sadık Aldoğan söylediği gibi “aynı hamam aynı tas, sadece tellaklar değişmiş olacaktır.”
Özetle MODERNLEŞME kendi tarihinden kopmak değildir. Yozlaşma da değildir. Aslını inkar etmek hiç değildir. Batılılaşma ne kendine yabancılaşmadır ve ne de köksüz hale gelmeyi istemektir. Yahya Kemal’in “Kökü mazide olan atiyim” mısrasında ki dünya görüşünün sahibi olmaktı. Bu nedenle de batıdan alacaklarımızı.
Bilimsel zekaydı. Ekonomik akıldı. Kopyaların, sonuçları belli hazır formüllerin alıcısı olmamaktı...
Batı uygarlığının temelinde, Romanın hukuku, Hıristiyanlığın insan sevgisi ve Eski Yunan’ın zeka disiplini vardır ve bunlar bilimsel düşünceyi öne çıkarmıştır. BİLİM... BİLİM... BİLİM...
Bilim rütbelerin en yükseğidir. Ancak bir süreden beri en yüksek rütbe paradır. Ve para tüm kapıları açmaktadır.
İslam bilime “Müslümanın kayıp malı” demiştir.
Hazreti Muhammet “İki günü bir birine eşit olan insana vah ne yazık” buyurmuştur. Atatürk “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü Cumhuriyetin kimliği yapmıştır. Bilime düşünen, araştırma ve sorgulayan beyinlerle gibidir.. Eğitimini çağdaş bilimle donatmamış, ekonomisini güçleştirememiş bir Türkiye’nin ne bağımsız olması mümkündür ne de çağdaşlaşması.
Bugün on yedi milyona yakın öğrencimiz var.. Bu rakam bir çok batı ülkesinin toplam nüfusundan fazladır. Ve altı yüz binden fazla öğretmen şu anda görevlerinin başındadırlar. Ve unutmayalım ki PKK belasının zulmüne uğramış 200 öğretmenimiz şehit olmuş ve o okulların öğretmensiz kalmasını içlerine sindirmeyen öğretmenler o okullarda görev almışlardır. Bu başlı başına bir destandır...
Diğer taraftan dış ülkelerde okuyan on binlerce gencimiz ve hemen hemen okulsuz kalmayan köy...
Bunlar Cumhuriyetimizin başarısıdır...
Eğitim ve öğretimin maddi gelişmesindeki bu parlaklığı, eğitimin niteliğinde ayni derecelerde göremiyoruz.
Özellikle eğitimin milliliği önemli ölçüde kaybolmuştur.
Doğru düşünme terbiyesi yeteri derecede verilmemiştir.
Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki gelişmenin ve mükemmelleşmenin düşünen, düşündüğünü söyleyenler gerçekleşeceğine, düşüncenin cezalandırıldığı yerde ise müstemleke ruhunun yerleşeceğine inanmışımdır.
Bugün Türkiye, Türk milletinin, Türk insanın kültüründen gelen yüksek kudreti sayesinde maddi gelişme bakımından su götürmez bir şekilde güçlenmekte ve gelişmektedir. Fakat manevi bakımdan ciddi sorunların girdabındadır.
Vatanseverlik duyguları tehlikeli derecede sarsılmıştır. Vatani ahlak gibi mesleki ahlakta kaybolmaya başlamıştır. Şahsi çıkar her şeyin önüne geçmiştir. Devlete sadaka, yerini devleti soymaya ve yağmalamağa bırakmıştır.
Yeni kurulan devletimizin modeli Lozan da tespit edilmiş olup bu model BATI TİPİ DEVLETTİR.
Devletimizin modeli budur. Ancak bu kopya bir devlet olmayacaktır. Nitekim Atatürk Kurulacak olan yeni Türk Devletinden söz ederken “Kuracağımız devlet, Türk tarihinin ve Türk kültürünün üzerine kurulacaktır” açıklamasını yapmış ve bir biri peşi sıra Türk Dil Kurumunu, Türk Tarih Kurumunu, Türkiyat Enstitüsünü ve
Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesini açmıştır. (YENİ GÜN GAZETESİ, Tarih: 04-02-2015)
***
BİR SEVGİDİR YAŞAMAK
ÜLKEYE BAKIŞ (3)
LOZAN...
Ali Naili ERDEM
Lozan bir hezimet değildir M. Kemalin ölçülü ve ağır adımlarla gerçekleştirdiği bir idealdir. Ve horlanan, aşağılanan milli onurumuzun yeniden kazanılmasıdır.
 Lozan’ın bir barış olmadığında ısrarlı olanlar Milli Misakla ilgili maddeleri öne sürmektedirler.
Milli Misak konusunda bizleri aydınlığa çıkaran iki mektuptan söz etmek istiyorum: Mektupların birisi Tayfur Sökmen’den geliyordu ve “Sancak-Hayat Milli Misak’a dahil mi?” sualini taşıyordu; Gazinin cevabı
“TÜRKLERİN YAŞADIĞI HER YER MİSAKI-I MİLLİYE DAHİLDİR” şeklindedir.
İkinci mektubu İttahat Terakkinin önemli ismi Talat Paşa göndermişti.. Gazinin bu mektuba cevabı “ TÜRKÇE VE KÜRTÇE KONUŞULAN BÜTÜN VİLAYETLERİMİZ BİZİM OLACAKTIR.” Bu konuyu kapatmadan Amerikalı general Mac Arthur’un hatıralarında yer alan bir bölümü nakledeceğim.
Gaziye “Sizin gelecek hakkındaki tasavvurlarınız nedir diye sorduğumda “ALLAH nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik’te dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım.”
Cevabını vermiştir.
Şimdi de TÜRK VE TÜRKLÜK’ten satır başları vermek istiyorum. Büyük İslam kumandanı Alpaslan “Biz temiz müslümanlarız. Bi’dat nedir bilmeyiz. Bu sebeple Allah halis Türkleri aziz kıldı” düşüncesi bugün de her halis Türk’te yaşamaktadır. Geçmişin sayfalarında unutulmağa terk edilmiş Türk’ü bu günkü müstesna yerine çıkaran Atatürk “SERVETİM VE İFTİHARIM TÜRKLÜKTÜR” demiştir. Türk, ahlakla, adaletle yunmuş yıkanmış olandır. Nitekim Cumhuriyetin uzun bir süresinde ahlaklı yaşamak bizler için vazgeçilmez bir hayat görüşü olmuştur. Ancak gün gelir rejim dahilere tavuk kümesini çok görürken üç kağıtçılara saraylar yapmağa başlamıştır. Bilinen bir gerçektir ki düşünürlerin, aydınlatmadığı bir toplumu sahtekarlar yönetir.
Eski Roma da devleti soyanlar kayalardan aşağı atılırmış. Bizde ise Meclise girmelerine bile engel olunmadı.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde hayır cemiyeti soyulur mu? Soyulmaz ama biz de Kızılay soyuldu. “Sirkat çoğalıp lafz-ı sadakat modalandı / Namus tamam oldu hamiyet yeni çıktı” dediler.
Yargının başı “istem bizi cüzdanımızla, vicdanımız arasında sıkıştırdı” açıklamasında bulunuyorsa tehlike çanlarının çaldığını hepimiz idrak etmeliyiz.
Eğitimimizin haksızlıklara ve kanunsuzluklara karşı meşru yollardan direnmede bulunma terbiyesini yeterince vermediği anlaşılıyor. Zaman zaman bir ümit en azından aydınlar tavır koyabilmelidir. Ancak eğitimimizin bu özgür insanı yetiştirmede yeterince başarılı olduğu pek kolay söylenemez. Eğitimimiz iyi insan, iyi vatandaş yetiştirmeyi hedeflemiştir. İyi vatandaş öncelikle vergisini verendir. Yetkililer verginin yüzde atmışı kaçırılıyor derken istenilen çoğunlukta iyi vatandaş yetiştirdik diyebiliriz miyiz?... Hazine yerlerini yağmalama bir hak olarak düşünülebilir mi?... Bu toprağın ekmeğiyle büyüyen kişi devlete de, rejime de düşman olabilmeli mi?
Ulusunun bölünmesine, ülkenin parçalanmasına seyirci kalabilmeli mi?...
Bir büyük sıkıntımız var ki hala varlığını sürdürmektedir... Düşünebiliyor musunuz hangi ulusa üzerinde yaşadığı ülke fazladır diye bakılır? Ama bizim için hem bakılıyor ve hem konuşuluyor. Ve Remzi Oğuz Arik’ın “VATAN BENİM AŞKIMDIR” dediği vatan haritamızın bizlere fazla olduğu iddia ediliyor.
Acaba hangi ulusun insanları yaşadıkları toprakların kendilerine fazla olduğunu söyleyebilir?. Hangi Mecliste bir parlamenter, vatan kılınan yerlerin fazlalığından şikayetçi olabilir?
Ve acaba hangi parlamenter rejimde bir parlamenter kendi meclisinde ana dilinin dışında bir başka dille yeminin yapabilir.
Anlaşılan o ki bizlere bir şeyler olmuştur. Oysa “Milli benliklerini kaybeden milletler başkalarına avı olur” felsefesiyle büyümüştük.
Yıl 1923 Ankara... O zaman ki adıyla Erkek Muallim Mektebinde Hamdullah Suphi Tanrıöver konuşmasını TÜRKLÜK SEVGİSİNİN TAŞIYAN HERKES TÜRKTÜR” cümlesiyle bitirmiştir.
Bizler, Türküm demekle bilimin fetihlerinde koşmayı amaçlamış, yoksulunu doyurmuş, cahilini okutmuş, barışı teslimiyet olarak almamış bir Türkü anlatıyoruz. Henüz Ankara şehrinin sitelerin de, Abidin Paşasın da çocuklarımız lağım sularının içindeyse ben önce onlara uygarlığı getirip oraları fethetmeliyim.
KÜLTÜRÜMÜZ
Cumhuriyetin temeli kültürdü.
Biz toplum olarak, bulunduğumuz coğrafi durumumuz sebebiyle doğu ile batı arasında bir köprüyüz.
Bu sebeple de “Ne batılı olabildik, nede doğudan kopabildik” sanıyoruz bu hal buhranlarımızın en önemli sebeplerinden biridir.
Eğitimci Mümtaz Turhan “Kültür Değişimleri” adını taşıyan eserinde “Fakat bir cemiyet için en zararlı, en tehlikeli değişme şekli, hiç şüphesiz, ikisinin ortası bir yol tutmaktır: görüşlerine yer vermiştir.
Attilâ İlhan “Batının deli gömleği” diyor.
Bir süreden beridir kültürümüz açık bir liman haline getirmiştir.
Bizler için yapılacak şey Prof. Dr. Erol Güngör’ün “ÇIĞDAŞ BİR TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ” kurma gerekliliğidir.
Nereden nereye geldiğimizi doğrusundan saptayabilmek için şimdi yürüdüğümüz yoldaki taşlardan birini daha sizlere anlatmak istiyorum.
İSLAM DİNİMİZ.
Cumhuriyetle birlikte Kur’anın inanç ve ibadete ait olan hükümlerinin aynen uygulanmasına muameleta ait olan hükümlerinin devletin kapısından girmesinin uygun olmadığına karar verdiler. Cumhuriyetin ilanı ile İslamla ilgili olarak yapılanlar halkı dininden soğutmak için değildir. Yapılanlar Mustafa Fazıl Paşanın Padişah Abdülmecid’e söylediği “Ulusların hukukunu tayin eden şey din ve mezhep değildir. Aksine din Dünya işlerine müdahaleye kalkışırsa herkesi yakar; kendisini de zarar eder “görüşüdür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bir kitabın “Peygamber Efendimiz Mustafa Kemal Hazretleri” diyerek takdim edilmesinden fevkalade üzülen Atatürk, Başbakan İsmet İnönü’ye bu durumu bildirmiş ve Kuranı Kerimin doğrusundan öğrenilmesi için TBMM’nce alınacak bir kararla Mealen tercümesinin yaptırılmasını ve on bin adedinin gençlere dağıtılması istemiştir ki bugün dahi en doğru Meallerden biri olarak kabul edilen Elmalı’nın meali böyle hazırlanmıştır.
Gazi dine değil, din bezirganlarına, din simsarlarına, din aktörlerine ve onu geçim aracı kılanlara ve dini siyasete alet edenlere düşmandı...
Çünkü dinimiz ve Cumhuriyete en inkılapları, en çağdaşlaşmayı zıt değildir. Aksine “dinimiz bilimsel bir şekilde Kurandaki İslam olarak ele alınırsa ve aydınlık bir kafa ile yorumlanırsa bu gün de bizleri ileri götürecek bir enerji kaynağı olacaktır” İslam’ın bir siyasi davası yoktur...
Şu anda en muhtaç olduğumuz eksikliklerden biri yaşadığımız hayatla inançlarımız arasında uygunluk sağlayacak içtihatlardır. Ve maalesef asırlardır içtihat kapıları kapalıdır.
Yazımın bu bölümün de sizlere LÂİKLİK konusunu anlatacağım. Lâiklik DİNİN YERİNİ TAYİNDİR..
İsmet İnönü, “Ben lâik bir devletin Cumhur Başkanıyım, camiye girip namaz kılmam lâikliğe aykırıdır” derken. Cemal Bayar “Evet. Biz müslümanız ve Müslüman olarak kalacağız. Şunu önemle ve ısrarla yinelemek isterim ki, lâiklik prensibi buna asla mani değildir. Bilakis vicdanlara hükmedilmesine müsaade etmeyen ve prensiptir. Bugün bizi inandığımız gibi ibadetten alıkoyan hiçbir kimse yoktur. Ve hiçbir zaman da olmayacaktır.”
Açıklamasını yapmıştır.
Laikliği dinsizlik diye algılayanların ulusa verdikleri zarar kadar lâikliği yeni bir din diye değerlendirenlerin verdikleri zarar da aynı ölçü de çoktur... Esefle söyleyebilirim ki bu yanlışlık bugün de sürmektedir. Ve bu yanlışlık ayak bağı olmaktadır.
Cumhuriyetin ve modernleşmenin temel görüşü halkın iradesini iktidar kılmaktır.
10 Kasım 1938...
Atatürk’ün rahmetle uğurluyoruz.
Yeni bir dönem başlamış İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştu...
İkinci Dünya Savaşı bütün dehşetiyle sürüyordu; ve ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmıştı. İsmet İnönü sayesinde savaşa girmemiştik. Bu gerçekten büyük bir başarıdır. O dönemin en önemli olayı sanırım 19 Mart 1945 tarihinde SSCB’nin bizlere verdiği nota ile Türkiye üzerindeki emellerini tekrarlamasıydı. Tehditlerini arttırmış, doğura ki bazı vilayetlerimizi istemekle kalmıyor, Boğazlar üzerinde hakimiyet kurmayı tekrarlıyordu.
Bu azim tehlike karşısında doğru bir tercihle Amerika ile el sıkışıldı. Kısa bir süre sonra da demokrasiye girdik...
Aşağıdan yukarıya doğru olması gereken Demokrasi hareketi bizde yukardan aşağıya doğru bir talimatla oldu.
Yadırganacak yönü yoktu. Aksine alkışlanacak bir olaydır. Bir diğer alkışlanacak olanda ocak bucak teşkilatların kurulmasıydı. Halk söz sahibiydi.. Üzülerek söyleyebilirim ki bu teşkilatların 1960 darbesinden sonra kapatılması rejim için bir büyük kayıptır. Nitekim 1950-1960 döneminde halkın meclisi olan TBMM’si 1960-1980 arasında delegelerin meclisi olmuş, 1980’den sonraki haliyle Genel Başkanların meclisine dönüşmüştür. Ve eğer bu gün parlamenterlere karşı bir güvensizlik varsa o da halkın devreden çıkarılıp tüm yetkilerin genel başkanlara verilmiş olmasıdır.
Yazımın başında da ağrılarımız bitmiyor demiştim. Bunlardan biri de İRTİCADIR. Bazı şahısların ve çevrelerin tek malzemesi olan bu konu devamlı olarak ısıtılıp önümüze konmaktadır. Konunun doğru bir açıklaması Lozan görüşmelerinin sağlıklı bir şekilde yorumuyla mümkündür. Lozan da Türk heyetinden “İslam dininin devlet ve millet hayatından silinmesi “istenmiş reddi halinde Türklere bağımsızlığın verilmeyeceği kesin bir dille ifade edilmiştir. Zor günlerin lider kadroları başarıyı zaman kazanarak sağlamanın gerekliliğini yaşamış kişiler olarak bu teklife evet demişlerdir. Ve Cumhuriyet hayatımızın içinde bu konunun yumuşatılarak sürdürülmesi öngörülmüştür. Nitekim siyasi hayatımızda bir kara leke olarak anılan 1946 seçimlerinin sonrasında yapılan 1947 seçimlerinin CHP tarafından kaybedilmesi üzerine kaybın nedenlerini araştırmakla görevli komisyonun çalışmaları sonucunda
1- Okulların son sınıflarına ihtiyari olarak din dersleri konulması.
2- İmam-hatip ve vaiz yetiştirmek üzere orta dereceli meslek okullarının açılması,
3- Yüksek din adamları yetiştirmek üzere üniversitelerimizde İslam İlahiyat Fakültesi açılması.”
Bu yasalar çıkarılmış ve komisyonun aldığı kararlar yaşama geçirilmiştir.
Başbakan Şemsettin Günaltay’dı. Ve 1 Mart 1950 de TBMM’den geçirilen bir yasa ile 1926 yılında 677 sayılı yasa ile kapatılan tekke ve zaviyelerin ziyarete açılması kabul edilmiştir.
Kesin inancım odur ki İslam irtica değildir. İmam hatip okullarının açılmasının da irtica ile ilgisi yoktur:
Talihsizliğimiz bu okulların bir siyasi partinin arka bahçesi olarak düşünülmesi ve o partinin devletle kavgalı olmasıdır. Devletle kavgalı olanlar bu okulları karıştırmışlardır. Bu hem İslam’a hem de bir irfan yuvasına yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü İslam dünyayı aydınlatan bir sistemdir. İrtica denilen habis ur ise İslam’ın istismarıdır ve hurafelerle beslenir. Bu kısa açıklamanı burada noktalıyorum.
Dilerseniz EKONOMİK KALKINMAMIZLA ilgili kısa bir tur yapalım. İnönü, 1949’da uluslar arası İmar ve
Kalkınma Bankasından Türkiye için bir kalkınma modeli belirleyecek bir rapor istemişti. Bu raporu, Amerikalı James M. Barker raporudur. Bu rapora göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak benimseniyor sanayi olarak soba, basit pompa, pulluk, çekiç ve testere gibi şeyler öneriliyordu. Kesinlikle yapılmaması gereken sanayi dalları ise ayrı ayrı sayılıyordu. Bu rapor 14 Mayıs 1950 de iktidarın değişmesi sebebiyle yeni hükümetin önüne konmuştu.
İktidara gelenler Atatürk’ün “Savaştan çıkan bir ülkenin en büyük işi ekonomik durumu düzeltmektir” düşüncesini benimsemeleriyle icraata başlamaları olmuştur. Artık Türkiye bir şantiyedir.
Bütün bunlar bu rapora rağmen yapılacaktır... Nasıl?..
Bu suali cevaplamadan önce bir tespiti yapalım.
17 Şubat 1923 İzmir İktisat kongresinde Gazi şu konuşmayı yapıyor: “Bir ulusun doğrudan doğruya hayatı ile ilgili olan, o ulusun iktisadıdır. Gerçekten Türk tarihi incelenirse yükseliş, çöküş nedenlerinin iktisat sorunlarından başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır:”
14 Mayıs seçimleri sonrası iktidara gelen Demokrat parti Gazinin bu konuşmasını hareket noktaları yapmıştır. Ekonomik savaş devam eden bir savaştır. Bundan başarı ile çıkmak devletin ve milletin bekası için şarttır.
Yassıada davaları sırasında sorgusu yapılan Antalya milletvekili Burhanettin Onat’a “sen bir doktorsun:
Siyasette ne işin var” diye sorulduğunda verdiği cevap şudur. “Ülkemin içinde bulunduğu manzarayı görünce içime sindiremedim. Bir aşağılık duygusu içinde yaşamayacağımı anladım. Benim beldelerimin virane olmasından çıkmasının kavgasını yapma kararı verdim. Ben de tıpkı Avrupa’daki insanların yaşadıkları şehirlerde yaşamak istiyorum. Işıl ışıl bir vatan istiyorum. Onun için politikaya girdim.”
Gerçekte Politika budur.
POLİTİKA zengin olma yeri değildir: Halkı maddi ve manevi zengin etme yeridir. Bakınız Atatürk döneminin bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’a ne diyor: “Devlet adamları fakir ölmelidirler ki idare ettikleri milletler zengin ve mesut olsunlar. Devlet adamları cep doldurmaya kalkarlarsa millet, fakir, bahtsız olur, dava da yenilir, çürür.”
Büyük gönüllülerle, büyük beyinlerin ülkelerini viranelerden kurtarma savaşı verirken hizmetten alıkonmaları talihin bir cilvesi mi yoksa bir palanın uygulanması mıdır bilmiyorum. Ama her darbe sonrasın da gördüm ki çaplı insanlar, ülke sorunlarına çözüm üretenler, halka hizmeti ibadet haline getirenler unutulmağa mahkum edilmişlerdir. Ülkenin bütününde vasat kültürlülerle, “Gelen ağam, giden paşam” diyenler baş tacı edilmiştir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi siz istediğiniz kadar hukuk devletinden söz ediniz.. Soyguncular önce büyük bir gürültü ile halka duyurulup daha sonra serbest bırakılıyorlar... Böyle devlet olur mu? Böyle devlete halk güven duyar mı?..
Anlı şanlı şirketler iflas eder de malikleri zengin yaşamlarını hiç fütur duymadan sürdürüyorlarsa halka bunlar nasıl anlatılacaktır? Ve anlatılamadı.
Dürüstler, namuslular, ahlaklılar, istedikleri kadar Cumhuriyet, erdemliliktir deseler de minareyi çalanlar kılıflarını hazırlıyorlar. Ve “Milyonlarca çalan mesned-i izzetter ser-efraz / Birkaç kuruşu mürtekibin cayi kürektir:” anlayışı sürüyor.
Yazımın başlarında bilgi toplumu olma trenini kaçırmamamız gerektiğine işaret etmiştim.
Bu konu da bir iki satır başı açmak istiyorum.
Kur’an “İRKA” – OKU- diyor.
Toplum olarak okumayı sevmiyoruz. Yazılı kültürlü başımız hoş değil. Sözlü kültürü seviyoruz. Kısacası okuma özürlü toplumuz.
Bulgaristan’ın nüfusu benim dokuzda birim kadar olduğu halde 7500 kütüphanesi var. Benim ise 1500...
Kahvehane adedi altı yüz bini geçiyor. Sinemalar henüz bini bulmadı tiyatro sayısı ise ağlanacak noktada.
Ankara’nın Armada kapalı çarşısında bir kitap evine mukabil otuzdan fazla restoran var.. Ankara’da beş üniversite var. Parlamento ve Anayasal kuruluşlar ve siyasi partiler ve hükümet Ankara’dadır. Altı uygarlığı yaşayan İzmir merkez de birkaç kütüphane bulunuyor. Bugün kültürsüz paraların saltanatı vardır. Kültürlü parasızlar ise her zeminden dışlanmışlardır.
Kimlik kavgamız gibi, uygarlığı anlayış kavgamız da hala sürüyor. İnkılaplarımız da ki kavga da sürüyor.
Oysa bunların tümü de Cumhuriyetin ilanı ile çözüme bağlanmıştır. Bugün adeta Tanzimat döneminin ikiliğini yaşıyoruz. İki ayrı dünya görüşü, iki ayrı insan tipi. Çağdaş Türkiye’yi şimdi hangi insan tipimiz temsil ediyor?
Suçlu ne Cumhuriyettir, ne demokrasidir. Suçlu biziz, biz ona layık olamadık. Demokrasiyi şekilden ibaret sayanlara tepki göstermedik. Cumhuriyetin içine boşaltanlara dur diyemedik. Bugün yapılacak olan en doğru şey Atatürk’ün olaylar karşısındaki takındığı akılcı, gerçekçi ve kişilikli tavrı var etmektir. Statik kalıpların tutsak insanını değil, dinamizmin çağdaş aklını istisnasız her olayda harekete geçirmektir. Hiçbir doğmaya itibar etmeden, hiçbir ideolojiye bağlı olmadan olaylara çözüm getirmektir. Bu eğitilmiş, bilgi birikimi yüksek olup

Türkiye’ye aşık kadroların başarısı olacaktır. (YENİ GÜN GAZETESİ, Tarih: 05-02-2015)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder